Keşke İsmim İris Olsaydı

13:26 Yazabilen Yaratık 0 Comments


Keşke ismimin bir anlamı olsaydı.

Uzunca gözlerine baktım. Aşık olduğum kadına bakar gibi baktım. Çünkü ona aşık olmam gerektiğini günlerdir düşünüyordum. İsimlerimizin anlamını yitireli, ne kadar zaman oldu bilmiyorum ama onunla ilk gece ismini sormadan uyumuştum.

Sevişmedik, bu öykümde kimseyle sevişmedim. Sadece o bana tecavüz etti. Ben de göğsüme iki kesik attım. Bunlar sadece onu hatırlatacak iki çocuktan ibaretti. 

Bir kış günüydü. Onunla tanışmadan bir gün önceydi. Aldatıldığımı yine fark edememiştim. Bu sefer her şey güzel gidiyor demiştim. Sorun yok, güzelce uyuyoruz, konuşuyorduk. O bana yemek bile hazırlıyor, ben de ekmekleri dilimliyordum. Güzel hani, şu tırtırlı ekmek bıçakları vardır ya, işte onunla saçımı kestiğim gecenin sabahından bahsediyorum. Turuncu saçlarımı, beyaz tenime nasıl zarar verebildim bilmiyorum. Ben sana aşık olamıyorum, üzgünüm. İçimde, senden kopmaması gereken birkaç anı varken. 

Neden beni aldattın? Soru bu, bana neden bakıyorsun, çok basit, neden beni aldattın? Sonra bu sorduğum soruyu defalarca düşündüm. Basit bir soru değildi. Zamana neden saat 14.02'de durmadın demek gibi bir şeydi. Onun durmama gibi bir özelliği vardı. Karşımdaki kişinin de sevdiğini sandığı herkesi aldatma gibi bir yeteneği. Gözlerinin içine baktım. Ağlak değildi. Sanki hastalıktan kurtulmuş kadar canlıydı. Ona bu his yaşam veriyordu. Aldatmak, kandırmak, bir başkasından hızlı bir şekilde kaçmak. Bilirsiniz, aldatmanın kendince oyun parkı hissiyatı vardır. Gördün mü, içinden koşmak gelir. Sanki hızlıca döner ve zamanı unutursun.

Neden beni aldattın, diye sorduğumda, biliyordum, turuncu boyalı saçlarım, numarasını vermek istemiyorum boyanın bu arada, herkes birbirine benzeyecek diye korkuyorum çoğu zaman. Japon balığına sarılmak için küveti doldurduğum geceleri biliyorum.

Turuncu saçlarım, beyaz tenim, damarlarımı da görüyorsun. Demeni bekledim çoğu zaman, Bu kadın benim ölümüm, baksana damar kabarıklığımız bile aynı, bu kadın benim ölümüm. Sana soruyorum okuyucu. Vajinada gidip geliyorsun, sarılıyorsun, kokusunu içine çekiyor, memesini emiyorsun, sonra diğer vajinayı sürtüyorsun birbirine, hani o anda parmaklarını da kullanıyorsun, doğal olarak nefes alışlarımız değişiyor. Sonra bir de bakmışsın, klitoris tarafını yavaşça, lütfen yavaşça dokun diyorsun. Sonrasında aklından ne geçiyor. Şu hislerimizin ismine keşke başka bir şey deseydik.  Hep arkadaki karanlık odaya çekiliyoruz. Oraya ışık tutmak için bir başkasına ihtiyaç duyduğumuz için, artık aşk yaşayamıyoruz. Cennet, cehennem dediğimiz şey, evin oturulmayan odası işte, koltuklar yeni diye adım atamıyoruz.

Sonra seninle tanıştım. Sen romanın devam etmesi için hayatıma girdiğini söyledi, o gün otobüsü kullanan kişi. Ben normal zamanda kimseye "Kolay gelsin" demem. O gün dedim, arkalara otururum, o gün telefonda müzik açacağım diye öne oturdum. Yanyana durduk. İkimizde sanatsal paylaşımlar yapmak için sosyal hesabımızı açarken, sigara uzattın bana. " İnince iç, iyi gelecek" dedin. O anda sarı, üzerinde balıklar olan tişörtüne baktım, sonra yüzüne, çenenin sol tarafında yara izin vardı. Saçların düz ve uzundu. Bunu fark ettiğimde, sigaraya uzanmıştım. Karanlık oda dediğim bu işte. Işık tutulunca, sanki karanlığı yok edecek sanıyorsun. Bir anda, kitabı çıkardım, telefonu bıraktım. Sen benden önce inmedin ki, arkadan bakayım. O sigarayı iner inmez, çöpe attım. Her tebessüm, bir katili çağırır. Ben bunları yaşadım dedim, dün gece de bir sigara içebilirdim. Tanrı gibi hayatıma girmekten ise, merhaba deyip, girebilir miyim, deyip, izin istemek gerekiyordu.

Artık yoruldum, bunu anlattığım gece romanıma da ara verdim. Belki de bu gece işte. 17. sayfada öldü. Romanın kahramanı öldü. Otobüsten dolayı mı, hızlı aldatılmalardan dolayı mı yoksa, misafir kabul etmediğim, hiçbir çocuğun yürümeyeceği parklardan dolayı mı? Romanımın kahramanı öldüğü için şu anda yastayım. Ben oysa üç yüz sayfa kadar yazacaktım. Şimdi sigara içebilirdim. Keşke ismim İris olsaydı ve turuncu saçlı, beyaz teni, göbeğinde benleri olan bir kadın olsaydım. Belki o zaman erkek roman kahramanım bana sadık kalırdı. 

Keşke ismim İris olsaydı, keşke yaşadığım bu hayatın bir şiir yazacak kadar anlamı olsaydı.



0 yorum:

Roman Yazamıyorum'un Öyküsü - II. ( Da Da )

14:22 Yazabilen Yaratık 0 Comments


Hiçbir şey beni kötü kokan birine, kötü kokuyorsun demek kadar itici gelmedi bu hayatta. İnsanların koku duyularına karşı dayanıksızlığındaki saldırganlığı bu anda keşfettim sanırım. Bunu genelde duyduğumda aklımdan her zaman 50'den geriye sayma duygusu geliyor. Bunu sayacaksın ve insanlardan bu kadar kısa zamanda uzaklaşacak ya da göz kontağı kurmayacaksın. Romanım'da kadın bir koku üzerine monolog söyleyecekti.

Bir kadının bu kadar kokuya takıntılı olması mı yoksa bunu güzel bir şekilde söylemeyi hiçbir zaman aklına getirememesi mi canımı sıktı, bilmiyorum. Duş alırken, güzel, renkli liflerle köpüklerle duş alarak, fıskiye ile kendimizi tatmin ettiğimiz anlar, belki de başkaları için daha ağır geçiyordur. Aklıma hep, geçende tanışmadığım ama gözleri dolu dolu olan çocuk geliyor. Duşta ağladığını anlıyordum, çünkü bir haftadır aynı yol üzerinde denk geliyoruz ve üstünde aynı tişörtü giyiyordu. Yıkanmayı yeni yeni öğrenmişti. Çünkü bunun için de ağlıyor olabilirdi. Çocuklar annelerinin onu yıkadıkları zaman şefkat gördüğünü düşünürler. Ne kadar kavgalı geçse de bunun bir amacı vardır. Hiçbir şey, sevgi kadar yakıcı olmuyordur. Bazen yüzümüze değen sıcak su kadar, bir bakış daha yakıcı oluyor. Siktir oradan, su daha yakıcı, o kadar seviştikten sonra kaynar suyla temizlenirken bunu anladım. Kusmalarım oluyor arkadaşlar, romanda da buna değinmek istiyorum. Bay Kafka, her sevişmeden sonra kusuyordu. Bu kadar aptalca bir cümleyle anlatılabilir miydi, evet, gerçekten de kusuyordu. Kaynar su bacaklarındaki kıl köklerinin kabarmasına yardımcı oluyordu. Oluyor muydu, öyküde olsa evet ama devamını istiyor işte roman, o kıl kökü ile ilişki kurmamızı söylüyor. Yoksa yazamazsın, öykü olur basamayız diyor, yayın evi. Ben diyorum, böyle yapmayalım, uzun roman olsun, novela olsun, baksanıza, yeni novela'm çıktı. Ah ne kadar yazabilen yaratıkça.

Bugün romana yeni bir karakter bulamadım. Çok baktım, gözleri çökmüş bir kadına, bana saçma sapan bir soru ile sohbet etmek isteyen, kızıl sakalları olan ve elinin üzerine et bezesi olan o arkadaşa. Ben bilmiyorum dedikçe daha çok soru sorma isteği duyuyordu. Kokuyor muydu bilmiyorum, o sıra gerçekten de sadece arı kovanına bir şeyler sıkıştırmak istiyordum. 

Roman kahramanı arıyorum arkadaşlar. Bir zamanlar internette, bir kızı görmüş, beğenmiş ve aşık olan bir adamın hikayesi gezerdi. Onu bulmak için insanlar seferber olmuştu. Kız bulundu yazmıştı. Bendeki de bunun gibi, bulunan kimse olmayacak. Ben bu arayışı seviyorum. Oy kullanırken bir gün kazanacakmışım gibi hissetmek ya da Fransız bir pastacının çilekleri güzelce kestiği tartı bir gün yeme ihtimali gibi. 

Romanımı Sartre'a okutacağım diye çok dikkatli kurgulamaya çalışıyorum. Sonra bileğini kesti, sonra bilek tekrar düzeldi. Bunlar ne biçim saçmalık desin istemiyorum. Böyle söylemez tabi ki de, ben yine de titizleniyorum işte. Bugün bir cümle daha yazamadım. Çünkü yazmak için kendime zaman yaratmadım yine. Bunlar oluyor, ben telefonla da ilgilenmiyorum. Bir kursta kendimi de geliştirmiyorum. Bir alan arıyorum, bir masa aramak gibi. Ben Woolf gibi ayakta yazamam. Sevmiyorum, denemedim ama sevmiyorum işte. Onun acıları ayakta hissedilebilir diye ben de bunu yapacak değilim. Solumda sarı ışık olmasın istiyorum, yapraklar ara sıra oynadıkça, ben rüzgarın gerçekten de yardımcı olduğunu düşüneyim.

Bir yardımcı karakter var. Sevgilisinin hem mafya sevgilisi var hem de evli. Bunların ayrılma sebepleri, bir gece mafya sevgilisi ile yatması için izin istemesi. Bunun iznini sevgilisinden aldığı için, o gece ikisi dolabın içine ağladılar. 

Bunu nasıl yazmaya devam ederim bilemiyorum. Bir tarafta ana karakter ile diyalogları var, bir gece, soğuk bir gece, ayaz mı derler bilemem ama ondan biraz daha soğuk, ayazlıktan ya da soğukluktan öte, su akmıyor parkta, sadece eksik o gibiydi, ellerinde bir kozalak, biri diğerine uzattığında aklındakileri anlatıyor.

- Sevdiğin kadının başkasıyla seviştiğini bilmek mi daha zordur yoksa izlemek mi diyor? Baş karakter, tamamen umursamaz, bu soruyu bilerek soruyor, can damarına basması için, biliyor anlatacak ama onu anlatması için duygusal tehdit sunuyor. Köpek. O birkaç saat önce sevgilisinin memeleri ile oynayan eski sevgilisini izledi. Hem de nasıl izlemek, bu tam bir yamyamlık, kız ağlasa da tehdit ederek baştan sona izledi. Acı çekiyor muydu, pek sanmıyorum, tamamen rol oynamanın Tanrısal kutsallığı vardı üzerinde. O acıyı estetik çekecekti. Durkheim'cı değildi. 

Kozalak ondan ona geçti, aradan dört yıl geçtikten sonra o banka başka bir kızla geldi. Arkadaşının sevgilisi, arkadaşının acısını, istese sevişecek olan kıza anlattı. Yine gözleri kozalak aradı. O zamanlar yaz akşamıydı, hep sarı ara merdiven ışıklarıyla dolu evlere bakarak, kızın ağlamasını sağladı. Sonrasında böyle bir roman karakteri yaratmalı mıyım diyorum. Tam bir acı düşkünü, sihirbaz, orospu çocuğu işte, Annesi gerçekten de orospuydu bu arada. Babası öyle diyerek içine boşalmıştı. Karışık işte, bu yüzden aptalca ve gerçek dışı gibi gelecek. Neyse kız ağladı ve birkaç ay sonra başka temiz yüzlü birini buldu. Sonra ayrıldı, bu aralar ne yapıyor kimbilir. Roman bitinceye kadar ortalıklarda olmayacak. 

Bu romanda çok kadın ve erkek duyguları olacak gibi gözüküyor. Bunların karşısına da Lal ve Kafka'nın aşklarını merkeze aldığımda tam bir postmodern kimsesizlik çıkıyor. Bu arada sabahtan beri, kaşımın ortasındaki tek bir kılı çekmek için klavyeyi bırakıyorum. Nasıl rahatsız etti, birkaç defa bıraktım, birkaç kere çekmeye çalıştım. Küçük ama insan yine de onu yenmeye çalışıyor. Ne diyordum, romanda, sevemediğim bir aşk hikayesi var. Sonuna kadar kimse kimseye aşık değil. Böyle bir şey ama aşk romanı, cidden ama. Ama değil de, kusmak gibi, sevişmeyi istemek ve kusmak, kaynar su, belki de duşta sevişirken, kaynar su altında kusmak. Bu yüzden isim sorunsalını 

Da Da

olarak değiştirdim. Dadaizm'den bir düzen bozuculuk duygusu veriyor. Belki de çok 1900'ler gördüm diyeceksiniz. Ben Dadaizm'i, varoluşçu metinleri ve absürdizmi seven biriyim. Bu yüzden de dilin bozulması her zaman işime gelir. Az okunan biriyim, herhangi bir yayınevi beni keşfetmedi. Belki de ada değilim. Ada olmadığım için Freud'da beni sevmezdi. Cidden romanımı yazarken kafamdaki hikayeyi anlatmak istediğimden yazıyorum. Para harcayacak değilim, romandan para kazanmak kimin umurunda. Daha tanınmıyorum, daha yazdığım şeylerin ücretini isteyen roman kahramanı bile bulamıyorum. Kaldırım yaptıracağım İzmir'e ama. Bak bunun için telif verebilirim.

Buldum. Sorunum kahve içmemek. Ben önceden daha estetiktim. Sade kahve içerdim. Serttim ve şimdi daha kokulara takılır oldum. Yaşlanıyorum ve beni öldüren bir mafya var.

Ters hamamböceği ne oldu diye soracaksınız. Daha onu da göremedim. Evi iyi ilaçlattım altı ya önce. Adam elinde bir şey, evin en gizli yerlerine mama bıraktı. Kedi gibi yalandılar ve gittiler mi? Öldüler diyor, ölürler, yuvalarında ölüler. Gözlerim dolmadı, duşta ağladım ama. Tanrı, ne kadar özgürsün, biz yuvamızda ölmek için yaratıldık. 

Regl oldum bu arada. Şimdi yazsam da romandan daha çok tatlı bir şeyden bahsedeceğim. Ama böyle, sütlü bir şey, bayık şekerlilerden değil. Namaz da kılamazsın diyor üstteki teyze. O zaman herkes yuvasında ölecek diyorum içimden. 

Da da dediği gecelerde roman kahramanım Kafka, annesinin ağlayışları yüzünden susuyordu.

0 yorum:

Roman Yazamıyorum'un Öyküsü

13:37 Yazabilen Yaratık 2 Comments

Dört yıla yakındır, bir kurgu üzerine düşündükçe düşündüm. Merhabalar bu arada. Bu yazdıklarım sadece romanımın nasıl yazıldığını size bildirmek için. Başımdan geçen ve bu süreçlerin, kitap çıkana kadar ki sürecini yazmayı amaçlıyorum.

Türkiye'de her üç kişiden birinin romanı varmış gibi geliyor. Bugün ve çoğu kitap fuarlarında bunu düşündüm. İnsanların bu kadar dertleri mi vardı. Neden bu kadar roman yazmaya yatkındı insanlar. Hepimizin ortak dilinde ne çok sorun vardı. Peki okuduklarım neden hep ölmüş yazarlardı. Bu kadar roman yazan genç kuşak neredeydi, neden bilmem ne dergisinde yazmak zorundalardı.

Görünürlük! 

Romanımı, kahveyle okuyacaksınız diye korkuyorum. Bir şeyler içecek vakit kalan romanlardan nefret etmişimdir.

Görünürlük.

Ben bunu defalarca kırmak adına yazabilen yaratık adıyla yazdım. Beni tanıyanlar, sevişenler, benimle arkadaşlık edenler var. Bunlar bedenimle ve algımla alakalı. Y.Yaratık olarak genelde kimseyle tam anlamıyla uyum sağlayamıyordum. Bunu öykülerimde birkaç insanı yazarken de yaşadım. Metroda gördüm birkaçını, gözleri renkli ve teni sarıya çalıyordu. Sigarasını kontrol ettikten sonra iç çekti. Tam bir ölüm acısı yaşar gibi. Sanırım sonrasında da rujunu kontrol etmişti. Ben bunu nasıl yaptığını hayranlıkla izlerken o beni görmüyordu.

Kendimi görünmez hissetmiyorum. Tamamen silik bir tip olmak için kilo alıyor, güzellik ve çirkinlik arasında kendime yer bulmamaya çalışıyordum. Rahatsız olmak da bir tepkidir. Romanımda bunu yaşamak isterdim. İlk olarak ismi "Sen" olsun ve kapağında ters duran hamamböceği olsun istiyordum. Birkaç hafta önce böyleydi aslında. Ters duran hamamböcekleri hep bana manidar geliyor. Birinin ölü olması, bacaklarını kendine çekmesi, ters durması ve dokununca sanki canlanacakmış gibi durması. Bence bu dönemde, bu çağda bir roman böyle olmalı, sanki dokununca bir anda yüreğimizi iğrendirecek gerçeklikte.

Ben de ergenlikle ilgili aşk hikayeleri yazabilirdim. Aslında, geçen yazdı sanıyorum. Gelinlik üzerine makaleler yazıp para kazandım. Buna çilehane adını vermiştim. Yazmaktan ne kadar uzaklaşıp, sığlaştırabilirsem o kadar kendimi kurtarabilirdim diyordum. Bunu bir ay kadar yaptıktan sonra, her şeyi yazabilirsin ama roman yazamazsın dedim. Bir başkası parasını verse roman yazarım diyordum.
Sorunum para mıydı diye uzunca düşündüm. Yaşamam için, yaşamak için, sizlere bir şeyler yazmak için para kazanmam gerekiyordu. 

Para kazanmaktan almadığım tat ile romanımı tekrar geri dönmek istedim. Hikaye defalarca kafamda geçiyordu. Bir yazar çıktı, kendisi Doğan Kitap'tan. Bilmem kaçıncı romanı çok ünlü hale geldi. Bana yazma şu internette dedi. Yazma, yazmamalısın, kendini öldürüyorsun. Kendini öldürmemek için, insanlar da Tanrı'ya ibadet ediyor.Belki de kalbimdeki ağrıya iyi gelecek sözlerdi. Hemen inanırım ben, kabul ederim, sözlerim kutsal kitaptakiler gibidir, hiç hata yapmam gibi olur. Belki de hiç hata yapmanın kendine büyük bir acı verdiğini fark etmek istemeyeşimden... Sonrasında roman kahramanlarını düşledim. Ana karakterler belliydi. Kendileri çok büyük bir aşkla ve kısa, anlık bir ayrılmayla her şeye başlayacaklardı. Bizler gibi, ben de çocukluk zamanlarımda annemin yanına gidip, senin çocuğun olmak istemiyorum artık, dedim. Bu söz, sen benim annem değilsin sözünden daha farklıydı. Belki de bu yüzden edebiyatta karşı sıcak bir yaşam hissiyatı duyuyordum.

Siktir git o zaman, diyordum. Kendime gidecek yer hiç bulamadım. Hep bir başkası benden önce orada olmuştu. Bir yer özel olması için de çabalamıyorum. Roman karakterlerinin de böyle bir çabası yoktu. Sadece nasıl başlamam gerekiyor, bunu düşünüyordum. Bir roman nasıl başlamalı, ayrılık cümlesi ya da kendimi tanıtarak mı, belki de reklamlardan sonra başlayacak, kadın programı gibi ya da Gözleri Tamamen Kapalı filminin son sahnesi ya da Dancer İn The Dark'ın finali gibi başlamalıydı. O tık sesi, sanki hamamböceğine terlikle ezer gibi başlamalıydı. Ben "Sen" adlı bir roman yazmayı daha çok istiyorum. Kısa ve karşımdaki her insana, ters bir hamamböceği olduğumuzu hatırlatan rahatsız edicilikte, sonra yayınevleri ne diyecekti. Param yoktu, ters dönmüş bir hamamböceği gibiydim, kapana kıstırılmış, Çehov'un dediği gibi, Ökseye kıstırılmıştı. O ökse, ökse ökse, ah keşke, şu aralar ah kelimesini...

Ah kelimesini çok kullanıyorum. Roman kahramanı aramak için etraftaki kadınlara ve erkeklere baktım, kedilere de baktım, çocuklar ve yılanlara, masanın üzerindeki vesikalık fotoğraflara baktım. Çocukların gözlerindeki yağmur sonrası bulutların dağılışına devamlı baktım. Baktığımda her şeyin içinde geçiyordum sanki. Her kadının göğsüne, her adamın ellerindeki çalışmanın verdiği yaralara bakıyordum. Bakmak zorunda olmak dünyanın kuralı ne de olsa. Bu romanın bir cümlesini bile hala yazamadım. 

Psikoloğum yok, arkadaşım sen kendini "feda" ediyorsun demişti. Bir roman sayfasına kendimi feda ediyordum. Bunu yazmamak da bir fedaydı. Normal olarak devam etmek, bir şeyler beni çekiyordu. Ben de ona karşı, ben artık yazmak istemiyorum diyordum. Bir evlilikten ayrılmak ne kadar zor ise, bir roman yazamamak da böyleydi. 

Lezbiyenlik... Bir kadın arıyordum romana. Bir insanı roman yazmak için feda etmek. Bunu bir başkası için yapmak için yaratıldı insanoğlu. Metroda oturup, şarkı söyleyenler gibi, roman yazabilseydim. İnsanların beni ilk bakışta, bir hamamböceğine benzettiği yerde belki de. İzmir Metro'suna bu durumu yazdım. Mail gelmesi 13 gün sürdü. Bana dedikleri şey şuydu. Böyle bir elektronik aksanımız yok. Kısacası priz yok! demek istiyorlardı. Bir priz yüzünden ben de bu durumdan vazgeçtim. Priz yoksa, kaldırım da yoktur, merdiven de, masa zaten olamazdı. İnsanların hızla geçtiği yerde değil, evlerde, işlerde olurdu masa. Ben bu yüzden yine romanımı yazamayacaktım. Para olsaydı da, tek başıma gidemezdim, ben romanımı konuşarak yazacaktım. Roman kahramanım bu konuda beni zorlamıyor. İstediğin zaman yaz diyor, tam kendinden beklenecek bir şey. Ben onlar için bir şey yapmıyordum ne de olsa. Her şey kendimi bir sıkıntıdan kurtarmak adınaydı. Sigara içmiyor, uyuşturucu ve içki de yok. Ben ne ahlaklı bir hamamböceğiydim. Ben o Kafka'nın kitabını sikeyim.

Vapura binmeyeli uzun zaman oldu. Ben kendimi bir odada sıkıştırmak ve orada ezmek istiyordum. Ters dönecek bacaklarımı görebilmek istiyordum. Hamamböcekleri nasıl ağlar ya da sevişirdi, sevişmeden de soğudum. Hep aynı, hep aynı tatta, Bu yüzden romanda kimse sevişsin istemiyorum. Bir romanda seviştiklerini anlayabilmek de zor oluyor. Hepsi, kısa ve net, seviştiler. Seviştiler, hede hödö. Yahu bu kadar basit ise, hala biz karnımızı her koşulda neden içeriye çekiyorduk. Ben buna karşıydım ama ben romanı yazmaya bile başlamadım. Küfür edecek gibiydim. 

Romanın ilk cümlesi nasıl yazılır? 

Bunun için araştırmaya çıkmayacağım. Sadece düşüneceğim.

Doktor, ben romanımı yazamıyorum. Hepsi aklımda, hatta artık roman bitmiş durumda ama. Sonra ne olacak diyorum, yazınca ne olacak diyorum, hatta ayıplı küfür ediyorum. Küfür edince de insan yazı yazası geliyor. Her an küfür etsem de romanda daha bir şık duruyor. Kolumda Kafka'nın imzası var diye mi böyle diyorum kendi kendime. 

Doktora gidecek param yok.

Doktor diyorum tekrar, kendi kendime diyorum ama doktor varmış gibi diyorum. Doktor diyorum, ben yazamıyorum. İlişkim güzel gitmiyor, seks hayatım da yok. Benden dolayı yok, ben istemiyorum, bir şey olunca, ters dönmüş hamamböceği gibi hissediyorum. Bak doktor, işte böyle oluyor, ilaç verdin zamanında, ben bunları kullandım, bana toplumsal cinsiyetten de bahsetme, hem pozitif cinsiyetçilik yapan erkeklerden de nefret ediyorum ben. Sen erkek ya da kadın değilsin, romanım da böyle, dişi de değil. Bak işte doktor. Ağlayamıyorum. 

Ağlasam doktora da giderdim.

Ağlayamıyorum, çünkü içimde herkesin tanıdığı, sevdiği biri var. Bir hamamböceği değilim normalde, ökçeye kıstırılmış bir Çehov'um. Durum öykülerinden nefret ediyorum. Her şeyi, her güzel yapıyı bozmak istiyorum. Belki de romanımı da yazınca bozulacak sanıyorum. Tolstoy'un 17 yaşındaki yardımcına karşı ben de tansiyon ilacı var. Genç yaşta deme, bunlar hep romanını yazamamaktan. Kanser gibidir. Kanser de olmadım ama kanser gibidir demeyi daha anlamlı buldum. Sen anlarsın diye, bana kalsa, kaplan olsan bir uçak derdim. İşte bu yüzden, ben kime yazmalıyım sayın Yorick.

Yarın yine insanlar arasına karıştığımda, metrodan geçeceğim ve insanlara bakacağım, üstlerindeki kıyafetler, beyazlar, açık kollar, kalçalarımız, göğüslerimiz, siklerimiz ve vajinalarımız devamlı hareket edecek. Biz alınlarımız kadar açık değiliz. İşte can sıkıntımı bunlar gideriyor. Gözlerimiz birbirini görüyor, o kadar ters dönmüşüz ki sadece dokununca birbirimizle konuşuyoruz. Ben yarın yine roman yazmayacağım, insanlar dertler, uğraşlar, çekememezlikler ile devam edeceğim sizlerin arasından geçip gitmeye. Keşke kız kardeşim ölseydi, bilirdim, ona anlatacaklarımı, ben de ölemiyorum,o  da bir şey yazacak kadar duyarlı değil. Peki romanı yazacak bir hamamböceğini kim ilaçladı.

2 yorum: